Siyah Her Zaman Beyazı Yutar – Yargı
Çıkıyor musun? Hazır bak makarna… diye başlayan sahne aslında sadece bir yemek hazırlığı değil, iki insanın birbirine doğru adım adım yaklaşmasının sembolü. Ilgaz ve Ceylin’in kaderleri, artık sıradan bir aşk hikâyesinden çok daha fazlası; siyah ve beyazın birbirine değdiği, hatta birbirini yutmaya hazır olduğu ince bir çizgi. “Siyah her zaman beyazı yutar” cümlesi, hikâyenin en güçlü metaforuna dönüşürken, ikisi de birbirinden farklı kutuplar olduklarını kabul ediyor ama tam da bu farklılık onların en büyük çekimi haline geliyor. Birbirlerine duydukları güven, atışmaları, küçük sırlarını paylaşmaları izleyiciyi gülümsetse de alt metinde büyük bir fırtına kopacağının habercisidir. Çünkü onların hikâyesi basit bir “birlikte yaşamak” hikâyesi değil, kaderle yapılan bir hesaplaşmadır. Mercan adını düşündükleri kız çocuğu hayali bile, aslında onların geleceğe dair kurmaya çalıştıkları kırılgan bir köprüdür. Seyirci, bu sahnelerde hem umutlanır hem de derin bir endişeye kapılır: Acaba bu hayaller, yaklaşan fırtınaya dayanabilecek mi?
Ancak mutluluk çok uzun sürmez. Kapı ansızın açılır ve geçmişin en karanlık gölgelerinden biri karşılarına dikilir: Yavuz. Bir baba, oğlunun acısını yüreğinde taşıyan, intikamla yanıp tutuşan bir adam. Hakime Esin’in eşi, kaybettikleri evlatları Can’ın yasını tutarken, suçu Ilgaz’a yükler. “Senin yüzünden öldü!” diye haykırışı, sadece bir babanın feryadı değildir; aynı zamanda adaletin iki yüzünü tokat gibi hatırlatan bir çığlıktır. Çünkü Ilgaz için bu dosya sadece delillerden, kanıtlardan, prosedürlerden ibarettir. Oysa Yavuz için, oğlunun hayatını geri getiremeyen bir sistemin somut yüzü, bir düşman figürüdür. Silahın namlusu savcının göğsüne doğrultulduğunda, siyah ile beyazın savaşı doruğa çıkar. Ceylin’in panik dolu “Ilgaz ne oluyor?” sorusu, sadece o anın değil, aslında tüm hikâyenin özüdür: Ne oluyor bize? Adaletle intikamın, doğruyla yanlışın sınırları nasıl bu kadar bulanık hale geldi? Seyirci için nefes almak bile zorlaşır; çünkü bu sahne, kaybedilmiş masumiyetin ve geri dönülemez bir travmanın en çıplak hâlidir.
Kamera sonra başka bir yüzü gösterir: bir evin bahçesinde toprağın altından çıkan ceset. Daha dün kaçıp huzur bulmak için Dalyan’a giden Ilgaz ve Ceylin, kaderin acımasız cilvesiyle yine bir ölümün ortasında bulurlar kendilerini. “Lanetli miyiz acaba biz?” sorusu Ceylin’in dilinden dökülürken, aslında tüm hikâyeyi özetler. Çünkü nereye giderlerse gitsinler, adaletin gölgeleri onları takip eder. İnci’nin ölümüyle başlayan o kelebek etkisi, şimdi bambaşka bir coğrafyada bile peşlerini bırakmaz. Hayat, onlara her seferinde aynı gerçeği öğretir: Kaçamazsın. Ne geçmişinden, ne yaralarından, ne de yazgından. Ve işte tam da bu yüzden siyah ile beyaz arasındaki mücadele bir ölüm kalım oyununa dönüşür. Mercan hayali, evlilik planları, geleceğe dair tüm umutlar bir anda toprağın altından çıkan cesedin soğuk gerçeğiyle sarsılır. Seyirci, onların mutluluk arayışının her defasında nasıl bir bedelle gölgelendiğini görürken, adaletin bedeli sorusuyla baş başa kalır.
Fakat hikâye sadece ölüm ve intikamdan ibaret değildir; aynı zamanda hayatın en kırılgan mucizelerinden birine de yer açar: doğum. Ceylin’in sancılar içinde “Doğuruyorum galiba!” diye haykırdığı an, gözyaşlarıyla karışan bir sevinci beraberinde getirir. Ilgaz, elini sıkarken bir yandan da onu sakinleştirmeye çalışır: “Sakin ol, yanındayım.” İşte o an, tüm acılar, kayıplar, silahlar ve mezarlar bir anlığına unutulur. Çünkü yeni bir hayatın nefesi, bütün karanlığı delip geçen bir ışığa dönüşür. Seyirci, Ilgaz’ın titreyen ellerinde hem korkuyu hem de tarifsiz bir sevinci görür. Bütün bu kaosun ortasında doğan çocuk, aslında onların yeniden doğuşunun da sembolüdür. Fakat sahnenin dramatik ironisi çok açıktır: Bir can dünyaya gelirken, başka canların kanıyla lekelenmiş bir geçmiş hâlâ orada, sessizce beklemektedir. Siyah ile beyazın mücadelesi, bir bebeğin ilk çığlığıyla çözülmez; sadece yeni bir perde açılır.
Ve sonunda hikâyenin özüne ulaşırız: kaçmak mümkün değildir. “Nereye gidersen git kendini götürüyorsun” sözleri, tüm bölümün felsefi ağırlığını sırtlanır. Ilgaz ve Ceylin ne kadar uzaklara giderse gitsin, geçmişlerini, yaralarını, hatalarını ve umutlarını yanlarında taşırlar. Yargı, tam da bu yüzden sadece bir polisiye ya da aşk hikâyesi değil; kader, adalet, intikam ve umut arasındaki sonsuz çatışmanın destanıdır. Bir baba evladının intikamını almak için silaha sarılır, bir anne doğum sancılarıyla hayatın mucizesini kucaklar, bir savcı ile bir avukat siyah ile beyaz gibi çarpışırken aslında birbirlerine tutunur. Tüm bunların ortasında seyirciye kalan tek gerçek, hayatın basit ama acımasız dersi olur: Her şey olması gerektiği gibi ilerler. Ve bu ilerleyişte kimse masum kalmaz; siyah her zaman beyazı yutar ama bazen beyaz da siyahın kalbine dokunmayı başarır.