Bu Büyülü Anı Olay Yerine Gömmek İstemiyorum – Yargı
Hazır mısın? Evet. Bu cümle, bir gecenin gölgesinde yankılanan küçük bir davetin başlangıcı gibi; ardından gelen sessizlik ve müzik, hikâyeyi boşluğu dolduran bir nabız gibi izliyor; “Bu mu?” diye soruşlar, “Ses versene biraz,” “Önce…” ve sonra hayatın tüm ağırlığı üstlerine çökerken kurulan o kısa diyalog, bir olayı değil bir ruh halini çağırıyor—bir yığın anı, suçluluk ve kararlılığın karıştığı bir an. Bir sürü dostum vardı, bir sürü düşüm vardı; “Ben ölmeden önce bir sürü düşüm vardı” diyenin içindeki ağır yorgunluk, hâlâ nefes alanlara yük oluyor. Her şeye rağmen pişman değilim, diyor biri, ama sesindeki titreme pişmanlığın ertelemesini ele veriyor; “Ama yine de çok iyi gidiyorsun,” der gibi arka planda yankılanan umut, kısa bir an için yanıltıcı bir sıcaklık veriyor. Arabaya binilen o an, tıpış tıpış teslim olmaya götüren bir kader yürüyüşü gibi; “Sen kendin istedin. Tıpış tıpış geldin. Arabama bindin. Yolculuk benim. Bana dahil olacaksın.” Bu sözler, birinin eline ölümün demirinden bir anahtar verildiği o anı tanımlıyor—kaçış yok, teslimiyet zorunlu. Silahın varlığı, kalbin ritmini değiştiriyor; “Bak ne yapacaksın? Öldürecek misin beni? Anında bulurlar seni,” ve karşılıklı tehditler, hem korku hem de teslimiyetin tuhaf bir dansına dönüşüyor: “Öldür beni. Yoksa ben seni öldüreceğim. Yaparım. Biliyorsun gözümü kırpmadan yaparım.”
Ve sonra belirsizlik geliyor: “Kim vurdu? Bir kadındı.” Saçları şampuan kokan, rüzgârla savrulan bir kadın imgesi çıkar karanlıktan; kimliği belli olmayan bir keskinlik, kimi akıllara getirmektense daha çok bir gölge bırakıyor. Kimse artık kimseyi tanıyamıyor; Laçin yaptı mı, yapmadı mı sorusunun cevabı yok, liste karmaşık isimlerle dolu ama hiçbir isim net değil. Erkeklerin yanında duran kadınların gölgeleri, suçun ve sadakatin ince çizgisinde geziniyor: Neva, Pars, Seda; ziyaretler, hastaneye gidilen günler, zehirlenme şüphesi—her detay bir başka soru doğuruyor. Bu şehirdeki ticari taksilerin kartal stickerlı arka camları, plakası 9 ile biten taksiler, sıradan bir gösterge olmaktan çıkıp bir kanıt parçasına dönüşüyor; bir geceyi, dar bir gecenin hareketlerini izleyen gözlerin tuttuğu notlar gibi. “İncinin fotoğrafını Ortaköy’deki taksi duraklarına bırakacağım,” diyenin kararlılığı, hem adalet arzusu hem de medyatik intikam kokuyor; hafif bir cesaret, büyük bir gözü karalık barındırıyor.
Bu ailede, meslekler birer savaş alanı; savcılığın titizliği, avukatlıkla gelen ikilemler, hatta istifa eden bir savcının ardında bıraktığı boşluk—“Ben istifa ettim… Avukatlık yapacağım”—sözü, mesleğin ne kadar kişisel bir kimlik olduğunu ortaya koyuyor. İlginç olan, “Bir suçluyu anlaman, bazen yanında olman” cümlesinin taşıdığı tehlike: vicdani bir erozyon riski ve mesleğin masumiyetle olan sonsuz pazarlığı. “Vicdanın seni yiyip kemirecek,” denilirken aslında mesleğin içindeki insanın parçalanma olasılığı fısıldanıyor. Kimin avukatı olacaksın? “Senin,” cevabı, aile bağlarının, fedakârlığın ve hapsolmuş kimliklerin iç içe geçtiği trajik bir fedakârlık sunuyor—bir kardeş için meslek yakan, gururunu, itibarını, huzurunu feda etmeye hazır bir ruh.
Günlük ayrıntılar ise dramatik hikâyeyi daha da insan kılıyor: bozuk bir kombi, kesilmiş gaz, kaybolmuş telefonlar, “Bu sinyal engelleyen bir zımbırtı vardı,” gibi teknik ayrıntılar; küçük unsurlar, büyük suçun kanıtları olabiliyor. “Adliyeye geçelim mi?” diye soranların gündelik telaşı, hayatın normale dönme çabası; oysa birisi, duygu ve hafıza arasındaki çelişkide ısrarla “Bu anı olay yerine gömmek istemiyorum” diyerek anıların ölümüne razı olmuyor. Bir yandan tazminat davaları, telefon rehberleri, banka işleri; diğer yandan mezarın soğuk gerçekliği, yastık altı anılar ve bir fotoğrafın taksi duraklarına bırakılması. Yani dramatik sahne, hem yüksek perdeden bir adalet arayışı hem de sıradan hayatın küçük, ısrarcı ayrıntılarının çatışması.
Ve nihayet, seslerin azaldığı anda geriye kalan o ağır sorular: “Ben ölmeden önce bir sürü düşüm vardı,” diyenin gölgesi, artık bir efsanenin parçası; “Her şeye rağmen pişman değilim,” diye tekrarlayan ise hem isyankâr hem de yorgun. Adaletin peşinde koşanlar için en büyük sırrın, aslında kendi içlerindeki erozyon olduğu görülüyor; kim suçlu, kim masum sorusu bir yana, en acı gerçek yakınların birbirini yemesi, güvenin paramparça oluşu ve geride kalanların o güven kırıntılarını toplamaya çalışırken kendi ruhlarını feda etme riski. Bu hikâye, cinayetle başlayan bir dava değil—o, sadece bir kıvılcım; asıl yangın, aile bağlarında, mesleki kimliklerde ve hafızada yakılan usul usul, görünmez yangın.