Bizim Yaşadıklarımız Aynı Değil – Yargı
Nasıl kabul etmedim? Nasıl inkar ettim? Olamaz dedim. Beddualar okudum. Bu cümlelerle açılan bir yarık, yalnızca bir annenin, bir babanın ya da bir kardeşin değil, aslında tüm izleyicinin kalbine dokunuyor. Aynıyız kuzum, aynıyız. Aynen. İzin ver, yardım edeyim, derken aslında dile gelen şey yalnızca bir teselli değil, aynı acının farklı yüzleri. Fakat bu noktada kıyaslamalar başlıyor; yapma şunu bana artık kıyaslama, diye yükselen bir ses, aslında yitirilenlerin ağırlığının ölçülemeyeceğini haykırıyor. İnci de böyle oldu, Mercan da böyle oldu, dendiğinde, iki kaybın yan yana getirilmesi, acının derinliğini azaltmak yerine daha da büyütüyor, çünkü her isim kendi hikâyesiyle kanayan bir yara.
İnci kocaman bir kızdı, kendi seçimlerini yaşadı; bu cümle, onun kaybını küçültmüyor, aksine bir bireyin bilinçli adımlarının sonuçlarıyla yüzleşmenin ağırlığını gözler önüne seriyor. Ancak diğer tarafta Mercan var. Mercan kaçırıldığında daha 24 aylık bir bebekti. Bir çocuğun masumiyeti, kendi hayatı üzerine tek bir seçim yapamamış olması, kaybın çığlığını daha dayanılmaz kılıyor. İnci’nin ölümü kaderin sert bir tokadıysa, Mercan’ın kayboluşu henüz yürümeye başlayan bir meleğin kanadının koparılması gibi. Bu yüzden “o daha zor, o daha kolay” tartışması yalnızca bir kelime oyunu değil, yüreklerin kaldıramadığı bir adalet tartısı.
Kime göre kolay? Kime göre zor? İşte bu sorular, aslında izleyen herkesi susturan sorular. Çünkü cevabı yok. Acı, ölçülebilen, kıyaslanabilen bir şey değil. Bir annenin gözünden bakıldığında Mercan’ın kayboluşu bir ömürlük bilinmezlik; bir kardeşin kalbinden bakıldığında İnci’nin seçilmiş hayatının trajik sonu. İkisinin de acısı farklı, ikisinin de yarası ayrı derinlikte, ama kıyaslama yapıldığında hiçbirinin yükü hafiflemiyor. Aksine, daha büyük bir suçluluk, daha büyük bir öfke doğuyor. İnsan kendi acısını anlatırken bir başkasının yarasıyla kıyaslanmayı reddediyor, çünkü her kalp kendi yangınında yanıyor.
Bir yerlerde hiçbir zaman doğum günü kutlanmayacak. Ya da kutlanacak. Ama ben hiç bilmeyeceğim. İşte bu cümle, tüm sahnenin en keskin hançeri. Bir doğum günü pastasının mumları, çocuğun gülüşü, bir annenin heyecanla hazırladığı küçük hediyeler… Mercan için hiçbir zaman gerçekleşmeyecek. Ya da belki bir yerlerde bir yabancı kutlayacak, ama annesi asla bilmeyecek. Bu bilinmezlik, ölüme bile ağır bir kader. Ölüm, en azından bir kesinlik sunar; yas tutulur, mezar ziyaret edilir, gözyaşlarıyla vedalaşılır. Ama kayboluş, sonsuz bir bekleyiştir; her kapı çaldığında, her telefon çaldığında, her çocuk sesi duyulduğunda kalbin titremesidir.
Bu sahne, yalnızca bir dizinin dramatik anı değil, aynı zamanda toplumsal bir gerçeğin yansımasıdır. Kaybolan çocukların haberleri, morg kapılarında bekleyen aileler, gözyaşlarının arasına sıkışan umut kırıntıları… Yargı dizisinin bu anı, sadece kurgusal bir hikâye sunmuyor; kaybın, yasın, kıyaslanamaz acının insana nasıl çöktüğünü gösteriyor. İnci ve Mercan, iki ayrı hayat, iki ayrı trajedi, ama aynı gözyaşında birleşen iki isim. Ve en acı olanı şu: izleyici ekrana bakarken kendi kendine fısıldıyor—ben olsam hangisiyle başa çıkabilirdim? Cevap yok. Çünkü aslında hiçbir acı başa çıkılacak kadar küçük değil.