I’d Die for You, I’d Live for You – Endless Love
Gece yarısının karanlığında başlayan fısıltılar, bir kasvet gibi çöktü bu ailenin üzerine; bir yandan yangın merdiveninde planlanan oyun gibi görünen ama aslında ölümcül sonuçları olan bir düzenek, diğer yandan kaybolmuş bir hayatın defterinde saklı itiraflar… Nihan, Emir, Kemal ve Leyla’nın dünyası, bir paket, bir defter ve ardına saklanmış korkularla sarsılıyor. AVM otoparkından alınan görüntüler, eksik kayıtlar, silinmiş dosyalar; herkesin bir şeyler sakladığı, herkesin birbirinden şüphelendiği bir kent kulisi. “Oyun falan değildi” diyen ses, yalnızca bir suçlamayla kalmıyor; aynı zamanda arka planda bekleyen bir intikam, bir kayıp ve bir anne yüreğinin kıvranışı. Kayıtların peşine düşenler, her köşede bir gölge; Tufan’ın ipuçları, beklenmedik ihanetler, gizlice silinen görüntüler… Ve en kötüsü, gerçeğin elinden alınmış bir çocuğun adı: Deniz.
Aile toplantıları, iş görüşmeleri, nişan hazırlıkları; hepsi bir sahnenin perdesi gibi. Kemal’in iş ve aile hayatı, Leyla’nın iç döküşleri, Aslı’nın telaşı, Asu’nun telaşsızlığı birbirine karışıyor. Her konuşma, her selam, her “iyi misin” sorusu altında ayrı bir hesap, ayrı bir sır yatıyor. Defter, yalnızca bir annenin acı yazıları değil; içinde saklı kalmış bir hayatın ipotekli kaydı. “Bu çocuğun varlığını öğrenirse o çocuğu senden alır” cümlesi, evin duvarlarını titretiyor. Kimin kimden korunduğu, kimin hangi safda olduğu belirsizleşirken bir gerçek daha ağırlaşıyor: sevgi ile nefret arasındaki ince çizgi, bazen insanları yok edebilecek kadar keskin oluyor.
Nihan ile Kemal arasındaki çekişme, işbirliği teklifleri, reddedilen ortaklıklar ve etraflarında dönen entrikalar; bir dedektif hikayesinden öte, iktidar savaşının ailevi izdüşümü. “Birlikte hareket edemeyiz” diyenlerin aslında daha sıkı bir bağla birbirine bağlı olduğu, ama gurur ve korkunun bu bağı görünmez bir çember haline getirdiği anlaşılıyor. Şantajcılar, gardiyan bağlantıları, fotoğrafların açığa çıkışı; her yeni bilgi, ilişkileri sarsan yeni bir deprem gibi. Ozan’ın ölümü hâlâ cevap bekliyor; intihar mıydı, yoksa sahnelenmiş bir ölüm mü? Kim neyi öne sürerse sürsün, geride kalanlar bir defteri, birkaç görüntüyü ve birbirlerini suçlayan bakışlarıyla baş başa kalıyor.
Leyla’nın defteri, kapı çarpışları, anne-kız ağıtları ve içe dönük güç hesapları; hepsi aynı melodinin farklı notaları. “Ben ilaç kullanıyorum” diyen bir itiraf, unutkanlıkla örülü bir savunma; ama defter geri döndüğünde, olayların sorumluluk zinciri daha da karmaşıklaşıyor. Bir paket, bir dükkân yangını, yakılan geçmiş; Leyla’nın anlatıları, yalnızca bir annenin acısını değil, aynı zamanda toplumun gölgede kalan kararlarının yol açtığı yıkımı da gözler önüne seriyor. Kim kimi koruyor? Kim kime meydan okuyor? “Evladın düşünce” diyen annenin sözü, herkesin vicdanına saplanan bir bıçak misali: kaybedilen sadece bir hayat değil, birlikte kurulan dünyanın paramparça olması.
Ve en sarsıcı gerçek: her yüzleşme bir başka sırrı doğuruyor. İhanetler, maske değişimleri, “biz zaten yabancıyız” diyenlerin sakladığı duygular; tüm bunlar bir aşkın, bir öfkenin, bir umudun gölgesinde birleşiyor. Deniz’in adı, o küçük varlığın kaderi, bir düğünün arifesindeki kaygı, her satırda tekrar tekrar yankılanıyor. Okuyucu, bu aile trajedisinin içinde nefes nefese dolaşırken anlıyor ki; suçun tanımı değişse de, acı hep aynı; yalanların örtüsü kaldırıldığında geriye sadece insanların kaderleri ve kırılmış yürekleri kalıyor. Bu defter, bu görüntüler, bu fısıltılar; bütün bunlar bir gün gerçeklerin gün yüzüne çıkacağına dair bir umut mu, yoksa daha büyük bir yıkımın habercisi mi? Okur, son satırı çevirdiğinde bile cevabı bilmeden kalacak — çünkü bu hikâye, her yeni itirafla yeniden yazılmaya mahkûm.